20 Aralık 2012 Perşembe

Bir varmış, bir yokmuş...


Senin ruhun yok...

"Senin ruhun yok. Ruh sensin ve bir bedenin var."

                                                                                        Clive Staples Lewis                                                                      



"Benim bir de ruhum var" anlamına gelecek bir cümle, farkında olmadan zihinlerimizde vahim bir algı çarpıklığı yaratabiliyor. Bir bedenimiz ve bir ruhumuz var diyorsak, o halde biz kimiz? Öyleyse, farkı fark etmek gerekiyor, öyle değil mi?...

18 Aralık 2012 Salı

9 Aralık 2012 Pazar

Sahip olma, ait ol!..



"İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, 
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. 
Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları… 
Mesela kuzey yıldızı?, senin yıldızın olacak. 
“O benim.” diyeceksin. 
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin… 
Mesela gökkuşağı senin olacak. 
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın..." 

Diyor ya Can Yücel, "Sahiplenmeyeceksin" adlı şiirinde...

En az, diğer milyonlarca benzeri kadar güzel olan dünyamıza ait bu görüntü Can Yücel'in haklılığına bir kanıt değil mi?

İnsan ruhuna derin bir huzur ve "tefekkür" duygusu veren bu manzara, maddi bir "kazanç" ile elde edeilebilecek bir eser olabilir mi?

Oysa, kendisini sana göstermek için senden para talep etmiyor, ya da kendisini en çok parası olana sunmuyor, kimsenin tekeline de girmiyor. Cömert, açık ve olabildiğince sade ama bir o kadar da güzel. Fakat daha da güzeli; "bu benim için" dediğinde onu ruhunun mülkiyetine geçirebiliyor ve dilediğince sevebiliyor, sahiplenebiliyorsun, hiç itiraz etmiyor!.. Ayrıca, bu güzellikler parayla satılmıyor, sadece sahiplenilmeyi bekliyor...

Sözün kısası; işin sırrı şu ki, şairin de işaret ettiği üzere: "Sahip olmaktansa, ait ol!.." Daha iyi yaşarsın. Hem de kaybetmek korkusundan azade bir şekilde...



3 Aralık 2012 Pazartesi

18 Kasım 2012 Pazar

Alıştığımız bir şeydi yaşamak...

Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiirlerinde en çok şahit olduğumuz şey, onun hayata dair en küçük şeylerden dahi büyük mutluluklar çıkardığıdır. Fakat o, bütün bu küçük mutluluklara çoktan razı bir şekilde yaşayıp gitmekten hiç bir şekilde şikayetçi değilken, ölümün bir gün kendisini onlardan koparacağının farkındalığını da bir türlü içinden atamamıştır. Ve bu duygu, onun hemen hemen bütün şiirlerine sinmiş ve dizelerinde açığa vurduğu yaşamak sevincinin üzerini hep bir ölümle gelecek bir sisli hüzün perdesi ile örtüp durmuştur. Tıpkı, bu "Ölümden sonra" şiirinde olduğu gibi...  


14 Kasım 2012 Çarşamba

UNUTUŞTAN ALDANIŞA BİR HATIRLAMA ÖYKÜSÜ: OLVİDO

Ahmet Muhip Dranas'ın ünlü şiiri "Olvido"dan çarpıcı bir dörtlük...






10 Kasım 2012 Cumartesi

"Concierto de Aranjuez"

"Concierto de Aranjuez" adı ile bilinen bu güzel parça, ya da müzik dilindeki söylenişi ile bu gitar veya bir orkestra tarafından seslendirilmek üzere İspanyol müzisyen Joaquín Rodrigo tarafından 1939 yılında bestelenen bu unutulmaz "konçerto", bugüne kadar bir çok farklı gitarist ve orkestra tarafından seslendirildi.

Aranjuez ise İspanya'da; manolya kokulu ve havuzlarından etrafa saçılan su seslerinin envai çeşit kuş cıvıltılarına karıştığı emsalsiz güzelliklerle dolu bahçelere sahip bir şehir. Rodrigo da işte bu parçayı yapmak için ilhamını bu güzel ve insana huzur veren ahenkli seslere ev sahipliği yapan bu bahçelerden almış. Aşağıdaki videoda ise 1996 yılında çevrilen "Brassed Off" adlı filmde "Gloria" rolünde oynayan Tara Fitzgerald'ın trompet solosu ile katıldığı "Concierto de Aranjuez" parçasının seslendirildiği o ünlü sahne yer alıyor.








Bir de böyle bir dünya var...


Dünyaları "kâr/zarar" hesabından ibaret olanlar için bir anlam ifade etmeyeceğini iyi bildiğim bu resim ve onda dondurulan bu hayat anı başka bir dünyaya değil, bu dünyaya ait! Onu parsellenecek bir arsa, üstündekileri de paraya çevrilmesi gereken metalar olarak görenler tarafından vahşice tarumar edilmekte olan bu dünyada, her şeye rağmen yine de böyle bakîr kalmış köşeler var...

3 Kasım 2012 Cumartesi

Ayakların yere basmadıkça dünya çok da kötü bir yer gibi görünmüyor değil mi...


Ne de olsa Karacaoğlan'la hemşehriliğimiz var...

Önce kısa bir bilgi:

"Koşmalarda en çok 11’li hece ölçüsü kullanılır. 4+4+3=11 ya da 6+5=11. 

Genelde yarım kafiye kullanılır.

Kafiye örgüsü; ilk dörtlük; aaab, abab, aaba veya abcb şeklinde olup diğer dörtlükler cccb, dddb şeklindedir.

Koşmada, tabiat güzellikleri, sevgi, ayrılık, yiğitlik, yakınma, ıstırap, eleştiri, hayata ait görüşler konu alabilir.

Genelde şiirin içinde özellikle de son dörtlükte şairin mahlası bulunur. 

Dil sade, anlatım yalın ve içtendir.

Koşmalar işlenen konulara göre çeşitli isimler alır. Bunlar aynı zamanda âşık edebiyatı nazım türleridir"

Doğrusunu isterseniz, ben yukardaki koşullardan bîhaber bir şekilde ve bir anda bu dörtlükleri yazmıştım. Şiirimi bitirdikten sonra bunun bir "koşma" olduğunu farkettim. İnaıyorum ki, koşma söyleyen halk ozanları da içlerinden geldiğince söylemişler ve çok sonraları bunları inceleyenler bu söyleyişlerin "kendiliğinden" bir kural oluşturduğunu görmüşlerdir, yoksa hiç bir ozanın kalkıp da hece sayarak koşma söylediğini zannetmiyorum. Nitekim, ben de şiirimi tamamlayıp dizelerdeki heceleri saydığımda 11 hece olduğunu hayretle gördüm. Demek ki bu dilden ve kültürden gelen bir özelliktir.



29 Ekim 2012 Pazartesi

Usta bir country yorumcusu: Marcel Dadi

Amerikan tarzı country müziğini kendine has üslubu ile yorumlayan gitar virtüözü Marcel Dadi, ardında birbirinden güzel parçalar bırakarak daha henüz 45 yaşında iken, 1996 yılında bir uçak kazasında ne yazık ki bu dünyaya veda etti. Onun en sevdiğim parçalarından biridir bu "Saturday Night Shuffle"...








28 Ekim 2012 Pazar

Veda etmek zamanı gelmeyegörsün...

"Şarap rengi zamanlar", sadece yıllanmış anıların saklandığı zamanlar değil benim için. Günler giderek kısalırken zamanın tuhaf bir şekilde ağırlaştığı, artık ne sıcağında, ne de ışığında yazınki heyecanından eser kalmayan bir güneşin gönülsüzce aydınlattığı, daha düne kadar aynı güneşin gür aydınlığı altında cıvıldaşan varlığın bilinmez bir şekilde suskunlaştığı o bilindik zamana yeniden adım atıyoruz.

Bütün bir varlığı az evvelki cıvıltısından alıp birden kendi içine döndüren bu vakitler ve ona gönülsüzce eşlik eden güneş bile aynı esrarın etkisi ile olacak, ışığı ile varlığı hakiki rengi ile bize tanıtıp dururken, huy değiştiren ihtiyarlar gibi, birden bütün eşyayı ve hatta zamanı bile boydan boya kızılımsı bir rengin tonlarıyla boyamaya başlıyor. Ve işte, yine bir kere daha, ne olup bittiğini bile daha anlayamadan kendimizi birden "şarap rengi zamanlar" krallığının hüküm sürdüğü bir ülkede buluyoruz. Yarı uykulu, yarı uyanık bir halde bocalayıp dururken, bir esrarlı el kuruyup kıvrılan yapraklarla beraber bizi  de ağır ağır ama durdurulamaz bir şekilde kendi içimize döndermeye başlıyor.

Evet, işte sonbahar ve işte hesaplaşma vakti!..

Hayat nedir, yaşamak nedir, biz kimiz, nereden geldik, nereye gitmekteyiz?.. Siz sormaya korksanız da bunları içinizde bir soran var! Ya takatiniz varsa yeniden bir yenileniş için kozanızı örmeye başlayacaksınız, ya da ihtiyaç duyduğunuz o ebedi huzuru, içinizden size "değmez artık" diye seslenen o sesin size işaret ettiği "mecburi istikamet"e yönelerek bulacaksınız!.. Peki, bu çok mu kötü?.. Hayır! Ve hatta tam da aksine; zamanı gelmişse bir dakika bile gecikmek istemiyor insan. Bilen bilir, tıpkı Yahya Kemal gibi...      



21 Ekim 2012 Pazar

Beyaz "saflıktır, masumiyettir" denir ya...

Rengin beyazına malûm, ötedenberi hep olumlu vasıflar atfedilir. Bunlardan en öne çıkanı da onun "masumiyet" içerdiğine olan inancımızdır şüphesiz... Masumiyet, "suçsuz, kabahatsiz" ve hatta "günahsız" olmak anlamlarını içinde barındırsa da, muhtemel ki, bugün "tehlikesiz olmak" anlamı da bu konudaki mevcut algılarımız içinde daha çok öne çıkmış durumda. Tabi bu benim kendi görüşüm. Bu algı, pozitif beklentilerimizi asgari düzeyde tutmamızı sürekli bize telkin eden bir dünyada yaşıyor olmamızın bir sonucudur belki de. Ama her ne kadar onu bozmaya uğraşsak da unuttuklarımızı bize hatırlatmaktan yorulmayan bir dünyamız var ve o sayede beyaz renk içimizde sürekli bir olumluluk duygusu uyandırmaya böylece devam ediyor. Aşağı fotoğraftaki şu sevimli yavru kar tilkisi buna sizce de güzel bir örnek değil mi?... :))


19 Ekim 2012 Cuma

♥ Eğer aşk hâlâ varsa sana benziyordur

Eğer aşk hâlâ varsa sana benziyordur. Eğer aşk halâ varsa bana daha da sıkı sarıl. Eğer aşk hâlâ varsa senin yanında uyuduğum zaman. Eğer aşk hâlâ varsa bana daha da sıkı sarıl. Hiç kimse bana aşk sözleri, gönül sözleri söylemeyi, "seni seviyorum" gibi bir şey söylemeyi bilemedi hiçbir zaman. Bu akşam hayat güzel görünüyor gözüme. Aşk kuş gibi geldi ve ikimizin üzerine konuverdi. Eğer aşk hâlâ varsa senin yirmi yaşına benziyordur. Bize şefkat gösterip zamanı unutturan güneşe benziyordur

Jean-François Michael'in unutulmaz şarkısı: Si l´amour existe encore









.

16 Ekim 2012 Salı

Başka ne isterdi ki insan?..

İçini en olmadık zamanlarda sızlatan, ufacık da olsa bir sızı olduğunu bilebilmekten gayrı...


9 Ekim 2012 Salı

Ne güzel söylemiş Veysel...


İşte, şairlikle aşıklığın farkını ortaya koyan muhteşem bir söz! 

İnsan sevdiğine etme gereği duyduğu sitemi, ya da başka bir deyişle "kahırlanma"yı bir cümle ile ve bu kadar sade ama bir o kadar da çarpıcı bir şekilde ancak böyle ifade edebilirdi, değil mi? 

Meramını bu kadar açık ve muhatabını canevinden vurucu bir şekilde anlatabilmek için, bence ancak "aşıklık" geleneğinden gelen biri olmak gerekir. Biz her ne kadar bu insanları "aşık" olarak tanımlasak da, onlar halk içinde "hak aşığı" olarak tanınırlar. Aşık Veysel'in bu sözüne bakınca, doğrusu bu kadar etkili bir sözün çıksa çıksa ancak "Hak" dilinden çıkabileceğini düşünmeden edemiyor insan...     



5 Ekim 2012 Cuma

Muhabbet gönüllerin dilidir, tercüman gerektirmez...

Muhabbet gönüllerde bir defa doğmayagörsün, kendi lisanını ne edip edip buluyor!


28 Eylül 2012 Cuma

Yaz aşkları ve unutulmaz bir film...

"Summer of 42", ya da "1942 Yazı" fimi sinema tarihine geçmiş önemli filmlerden biri. Yalnız burada hemen bir parantez açıp belirtilmeli ki, bu filmde sadece alışılagelmiş bir aşk hikayesi anlatılmamış. Bu film aynı zamanda, II. Dünya Savaşı'nın bütün şiddeti ile yaşandığı o günlerde küçük ve sakin bir adada yaşayan ve cinselliği keşfetmeye çalışan ergenliğe yeni adım atmış üç erkek arkadaşın merak ve heyecanlarından yola çıkarak bu yönde gelişen olayları ve onlarla aynı adada bulunan ve eşini savaşa gönderdiği için yalnız yaşamak zorunda kalan Dorothy (Jennifer O'Neill) arasında geçenleri romantik bir atmosfer içinde seyirciye aktarma başarısını yakalayabilmiş de bir film. Filmin bu başarısında şüphesiz filme aynı adı taşıyan ve ünlü Fransız müzisyen Michel Legrand tarafından yapılan film müziğinin de katkısı büyük.

Yazar Hasan Bülent Kahraman "Yaz aşkları ergenliği" başlıklı makalesinde bu film hakkında şunları söylüyor:

'Yaz aşkları' kavramını evrensel sanırız. Yaz 'romansları', yanıldığımızı hiç düşünmeden zannederiz ki, dünyanın her yerinde, her kültüründe geçerlidir. 'Deniz ve mehtap', sudaki yakamozlar, mutlaka mühürleyici bir şarkı bu yaz aşkları klişesinin unsurlarını oluşturur. En nihayet sonbahar gelecek, eylül başlayacak, 'sarı sarı yapraklarla' aşklar bitecektir. Eh, zaten Eylülde Gel gibi şarkılar falan da vardır.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

YETİŞİR...

Ziya Osman SABA (30 Mart 1910, İstanbul-29 Ocak 1957, İstanbul), 1928'de "Yedi Meşale" adlı dergiyi çıkaran altı şairimizden biri... Daha sonraları adları çıkardıkları dergi ile anılacak olan "Yedi Meşaleciler"in öne çıkmış şair ve kısa hikaye yazarlarından biri olan  Ziya Osman SABA, 47 yıllık ömrüne güzel şiirler sığdırmış şairlerimizden biri. Hele bu "YETİŞİR" şiiri de bir başka güzel!..






22 Ağustos 2012 Çarşamba

Baktıkça gözlerine derinden...

Ülkemizin ilk sembolist şairlerinden biri olarak anılan Ali Mümtaz AROLAT (1897-1967) doğa ve aşk üzerine şiirler yazmış bir şairimiz. Bugün bu değerli şairimizin "DÖKÜLÜŞ" adlı, serbest vezinle yazdığı çok beğenilen bir şiirini sizlerle paylaşmak istedim.


12 Ağustos 2012 Pazar

11 Ağustos 2012 Cumartesi

7 Ağustos 2012 Salı

Titrek bir damladır aksi sevincin...

Bu kadar yoğun bir duyguyu tek bir dörtlüğe bu kadar ustaca sığdırabilmenin adı olmalı herhalde şairlik!..

Yılların yılgınlığı ile solmuş yanaklara gözlerden birdenbire ve sessizce boşalıveren yaşlar, yıllar öncesinden gelen kimbilir hangi bir kederin yol açtığı bir iç taşmasının eseridir ki?... Bu, şifresi biribirinden habersiz iki ayrı kişiye emanet edilmiş ve içi; adına aşk dediğimiz manevi bir hazinelerle dolu bir cennetin kapısını açacak bir sırdır ve bu iki kişi  ne zaman bir araya gelirse bu sır işte ancak o zaman çözülebilir ve bu saklı cennetin kapısı işte ancak o zaman açılabilir!.. İşte gönüllerdeki saklı bunca kederi yaşatan şey de bu yitik cennete duyulan özlemdir. O kapı ne zaman açılırsa insan işte ancak o zaman sükûn bulur. Bu adeta ilâhî bir lotaryadır ve bu yüzden şanslısı da çok azdır!. Kazancın büyüklüğünü onu kazananlardan sormalı, kaybedenlerin dertlerini anlamak için ise şairlere kulak vermeli...

Bundan sonrasında artık diyebiliriz ki, nerede biri bir içli bir şarkı, bir türkü tutturmuşsa bilin ki, orada biriken kederler bir gönülde yine bir iç taşmasına yol açmış ve yürektekini sunacak kimsesi olmayan bir gönül yine taşmış, o içli şarkıları derdine yine rumuz etmiştir. İşte bunu bu kadar öz bir şekilde anlatmak da Ahmet Muhip Dranas gibi dev bir şaire nasip olmuştur...


6 Ağustos 2012 Pazartesi

Mavi Maviydi Gökyüzü

Daha çok "Bursa'da Zaman" şiiri ile tanınan ünlü edebiyatçılarımızdan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bu şiiri de gerçekten bir başka güzel...





27 Temmuz 2012 Cuma

Enis Behiç Koryürek ve "Hatıra"sı...

Adı; Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy ve Orhan Seyfi Orhon'la beraber anılan ve "Beş Hececiler" olarak tanınan ve bu Cumhuriyet döneminin ilk dönem şairlerinden biri olan Enis Behiç Koryürek, her ne kadar tasavvufî şiirler de yazmışsa da, onun özellikle "Hatıra" isimli ve Erol Sayan tarafından Rast makamında bestelenen şiiri, en çok bilinen şiiridir. Türk Sanat Müziğinin bugün bile dillerden düşmeyen bu güzel besteye güfte olan ve her mısraı 14 heceden meydana getirilmiş bu güzel o şiir ise işte burada:




8 Mayıs 2012 Salı

ORHAN SEYFİ'NİN VEDA BUSESİ...




"Veda Busesi", Türk sanat müziğinin şüphesiz en bilinen, en çok sevilen şarkılarından biri...Yusuf Nalkesen tarafından 1951 yılında Muhayyer Kürdî makamında bestelenen bu içli şarkının sözleri ise zamanının ünlü "beş hececi"lerinden biri olan şair ve gazeteci-yazar Orhan Seyfi Orhon'a ait.

Kendisini, daha henüz çocukluğumu yaşadığım o 60'lı yıllarda yayınlanan ve babamın günlük olarak aldığı "Son Havadis" gazetesindeki köşesinden tanıma şansı bulduğum şair, önceleri "aruz vezni" ile şiirler yazmışsa da, daha sonraları çağdaşları gibi  "hece vezni"ne dönmüş. Böylece, adı, Faruk Nafız Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy ile birlikte, "beş hececiler" olarak anılır olmuş ve Orhan Seyfi, tıpkı diğer dört şair gibi şiirlerini artık "hece ölçüsü" ile yazmayı tercih etmiştir.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Kanat çırpar uçamaz, ümidim gözlerine

















Kanat çırpar uçamaz, ümidim gözlerine
Ne türküler yakmışken ben saçının her teline
Yol bulamaz ağlarım, varmaya emelime
Ah şu gönül çarpıntım, geçmez ki söz yerine!..

Nasıl desem bilemem, bakamam gözlerine
Anla ki seviyorum, al biraz üzerine!..
Neler neler söylerdim kapanıp dizlerine
Ah şu gönül çarpıntım, bir geçse söz yerine!..





Ahmet Hüsnü / 30 Aralık 2011

Adana