8 Aralık 2010 Çarşamba

Dans etmeyi sever misiniz?

Bizde, halk arasında "çarliston" olarak bilinen ve 1920'lerin başında Amerika'daki Afro-Amerikan kültürünün ortaya çıkardığı ve adını Güney Carolina'daki Charleston şehrinden alan "Charleston" dansı, 1960'larda yeniden moda olmuş ve o yıllarda bütün dünyayı sarmıştı. MAD MEN dizisini izlerken denk geldiğim, "Pete Campbell" adıyla dizide rol alan Vincent Kartheiser'in, dizideki eşi "Trudy" ile yaptığı muhteşem Charleston'u izlemeyi, bütün dans severlere öneniryorum.

İşte o dans sahnesi:




İkinci olarak ise Al Pacino'nun, gözlerini kaybederek malulen emekli olmuş bir amerikan albayının hayatını oynadığı, 1992 yapımı, ünlü "Scent of woman" (Kadın Kokusu) filmindeki "Tango" sahnesini izleyin derim.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?

Yahya Kemal Beyatlı, şüphesiz büyük şairdir. Şair, ruhunun esrarını yazıya dökebilen adamdır. Bu yüzden her şiir, şair ruhların yeryüzünde bıraktığı bir izdir.  İşte, yaşayan kalplerde halen varlığını sürdüren dizelere sahip olma yüksekliğine erebimiş nadir şairlerden biri olan Yahya Kemal'in "Düşünce" adlı şiiri, beni her zaman diğer hepsinden daha fazla etkilemiştir. Şair, ömrünün son zamanlarındaki ruh halini o kadar açık anlatıyor ki, yaşınız kaç olursa olsun, o ruh halini sanki onunla beraber bire bir siz de yaşıyorsunuz. Nitekim, onun bu şiiriyle tanışmamın üzerinden en az otuz yıl geçmiş olmasına rağmen, daha o yaşımdayken hissettiklerim şimdikinden çok farklı değil. Nur içinde yatsın...

Edebiyat Defteri sitesinde rastladığım; "YAHYA KEMAL BEYATLI’NIN İKİ AŞKI VARDI…" başlıklı güzel ve orijinal bir anıyı da bu vesile ile paylaşmış olalım...




                           Düşünce

Ülfet belâlı şey, fakat uzlet sıkıntılı
Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı?
İnsanlar anlaşıldı. Cihânın da sırrı yok,
Kalsaydı terkeşimde bugün tek bir altın ok
En tatlı bir hayâl için atmazdım ufkuma

Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma!

“Yalnız duyan yaşar” sözü derler ki doğrudur
“Yalnız duyan çeker” derim, en doğru söz budur.
Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını,
Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekâsını.
Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?
                           
Bitsin, hayırlısıyle, bu beyhûde sonbahar!

Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.



Mart ayının ilk haftasıydı. Yağmur aralıksız bütün gece yağmış ve toprak suya kanmıştı.
Terasa çıktığımda kızıl çamurların yer yer yağmurla bıraktığı izleri ile karşılaştım. Bahçeyi suladığım hortumu açıp, paçalarımı sıvayıp işe koyuldum. Terasım, zaman zaman inziva köşelerimden biriydi. Güneyde Edremit Körfezi, batıda Kaz Dağlarının koyu zümrüt rengi göğe dokunuşu sabah ve akşam farklı renklere bezenirdi. Gözlerim mavi ve yeşille öpüşürdü.

İşte bu anlarımda anılarım depreşirdi, her biri renk renk körfezin maviliklerinde uçuşurdu adeta. Hele biri düştü ki şimdi de en sevdiğim anılarımdan biridir. Sedat İçgören düşüverdi. Eski Opera ve Balesi Müdürüydü ve her sabah sevgili eşi Lamia Hanımın provasının bitişine kadar beklerdi. Bu süreyi birlikte geçirir ve Türk Kahvesini yudumlarken bol köpüklü, uzun soluklu sohbetlerimizin de tadı hala dimağımda saklıdır.

Sedat Bey, aynı zamanda Yahya Kemal Beyatlı Şairimizin de bir öğrencisiydi. Birkaç saat sonra gün batacaktı ve ben yine İstanbul-umu özlemiştim. Baharat tadında benim dudaklarımdan döküldü ünlü şairin dizeleri, bir bir özlemini içtiğim İstanbul-umla birlikte…

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden;
Mehtap... İri güller... Ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!

Benim rüyam da yerli yerinde şimdi.

Yine bir sabah Sedat Bey AKM deki odama geldi. Sıcak kahvelerimizi yudumlarken;

-Biliyor musun, Y.K Beyatlı’nın iki aşkı vardı, demişti.

Merakla sordum:

-O aşklarını tanıyor muydunuz?

-Birini duydum ama görmedim. Diğerini sende biliyorsun.

Şaşırmıştım!

-Aa, gerçekten mi, tanıyorum?!.

-Evet, onunla yaşıyorsun zaten.

Gözleri sevecen gülümsemeyle ışıl ışıldı Sedat Beyin.

-İstanbul ve Celile Hanım, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım…

Ve başladı Celile Hanım ile olan aşkını anlatmaya.

Yahya Kemal Beyatlı 1916 senesinde tanıdığı Celile Hanım, eşinin ihanetine dayanamayıp ayrılmış ve oğlu Nazım Hikmet ile birlikte yaşayan bir ressammış. Şairimiz ile olan aşkı tüm İstanbul-un dilinde dolaşırmış. Sık sık Celile Hanımla buluşan şairimiz, aynı zamanda genç Nazım Hikmet’in de öğretmeniymiş. Annesi hakkında ayyuka çıkan aşk dedikodularından etkilenmiş ve bir gün ders bitiminde;

“Hocam olarak geldiğiniz bu eve babam olarak gelemezsiniz! “ sözlerini bir kâğıda karalamış ve hocasının eline sıkıştırmış.

Sedat Bey, duygulanarak anlattığı bu yarım kalan aşk öyküsü bende farklı bir hüzün bırakmıştı.

-Peki, bir daha görüşmemişler mi Celile Hanımla? diye sordum.

- Hayır görüşmemişler. Hatta bu ayrılığa sadece oğlu Nazım değil yakın dostları da neden olmuş. Çünkü Yahya Kemal aşırı kıskanç olduğu gibi bohem yaşamı bırakıp, Nişantaşı’nda yaşayan aristokrat bir hanımefendi ile birlikteliği göze almamış, kimi çevreye göre.

-Anlamadım, Celile Hanım mı, kıskançmış?

-Yok, canım, Yahya Kemal. Hatta bu ruhsal gel-gitler olduğu zaman;

“Kirpikleri süzgün o ihanet dolu gözler/Rikkatle bakarken bile bir fırsatı özler” sözlerini bir peçeteye yazmış.

-Oyy, çok ağır ve paranoyalı dizeler yazmış.

-Evet, hatta bu aşk hocamın aklını başından alacak boyutlarında derbeder hale getirmiş.

-Nasıl, Yahya Kemal gibi bir insan kendini dağıtmış mı?

Kahvelerimizi bitirmiş ama sohbetimiz daha da koyulaşmıştı. Benim iştahlı bakışlarım Sedat Bey’i daha da anlatmaya şevkli kılıyordu.

-Bahriye Okulu Heybelide-dir bilirsin.

-Evet.

-İşte, hocam o okulda ders verirdi. Çoğu günler adada kalırdı. Hatta bir keresinde bu gönül münasebeti olduğu zamanlarda Celile Hanım; sıklıkla etkinliklere gidermiş. Yine İstanbul-un çapkın bir Hakkı Paşası etkinlik düzenlemiş, bu etkinliğe Nişantaşı simalarından Celile Hanımı da davet etmiş. Sevgilisinin gideceği kaygıları sarınca şairimizi söz almış “gitmeyeceğine” dair Celile Hanımdan.

Sedat Beyi soluk almadan dinliyordum. Sanki tarihin bir sayfasını açmış okumaktaydım. Yaşı yetmişin üzerinde olan bu tonton ihtiyarı her sabah görmeye alışmış ve ona karşı duyumsadığım asil duyguların tutsağı olmuştum. Konuşması muntazam ve akıcıydı. Ara sıra bakışları donuyordu, masamın üzerindeki lambaya doğru, bazen de çalıştığım odanın penceresine takılı kalıyordu. Gümüşsuyu’na bakan apartmanların gri renklerindeydi…

Elleri karın hizasında kenetlenmişti. Başparmakları birbirine değmeyecek şekilde döndürürken;

-Hocamın o gece içi rahat değilmiş,… Kıskançlık krizleri yüreğini kıskıvrak sardığı o gece, havanın sert lodos olmasına rağmen, bolca bahşişleri sandalcıya verip güçlükle adadan Maltepe sahiline ulaşmışlar. Gecenin o saatinde bir araç bulamayan hocam, koşarak Bostancı Karakoluna varmış ve oradan bir araçla Nişantaşı’na gelmiş. Sevgilisi Celile Hanımın oturduğu apartmana varmış tabi…

-Bu gerçekten çılgınlık, dedim.

-Hem de ne çılgınlık. Ee, adı aşk bunun… O gece Celile Hanımın evde olduğunu öğrenince içi rahat etmiş. Hocam sabaha kadar uyumamış ve apartmanın tam karşısında bir meyhanede sabahlamış. Sabah olunca sevgilisinin bu perişan halini görünce çok hislenmiş Celile Hanım. Bu olaydan sonra evleneceklermiş ama işte nedense her aşkın sonundaki ayrılık çanları bu aşk içinde çalmış.

-Evet, hem de seve seve ayrılmışlar. Çok üzüldüm. Daha sonra hiç karşılaşmışlar mı?

- Hayır, hiç. Zaten Celile Hanım bu ayrılık sonrası Paris’e gitmiş. Yahya Kemal öldüğünde çalışma masasında Celile Hanıma ait özel bir zarf bulunmuş. İçinde birbirinden güzel aşk şiirleri olan… Bir de bir not yazılı altında hocamın imzası olan, ilişikte de kurutulmuş çiçek, tarih 1919…

Buruk bir sızıyla yutkunmuştum, hüzün boğazımda yapış yapıştı. Merakla fısıldadım:

-Ne yazılıymış, Sedat Bey?

- “Aşkından vazgeçmediğim kadının, o veda gecesi nadide göğsünden aldığım çiçektir.1919”

Sedat Beyin gözleri kızarmıştı. Cebinden ütülü mendili çıkartıp, gözlerini tek tek kuruladıktan sonra;

-Hocama çok kadın âşık olmuştu. Kız öğrencilerinden biri ona o kadar âşıktı ki, bir keresinde biz Küçüksu sırtlarında yemeğe davetliydik. O gece Necip Fazıl ve şairler damları-eşleri ile gelmişlerdi. Yemek sonrası her şair kadeh kaldırıp sevdiği insan ithafen dizeler okurdu. Sıra Y.Kemal Hocama geldiğinde ne yaptı bilsen…

-Ne yaptı?

-Bahçedeydik ve boğaz ayaklarımızın altındaydı. Güneş batmak üzereydi. Kadehini yukarı kaldırdı, birlikte geldiği kız öğrencisine birkaç dize okuyacak sandık. Ama o “Kadehimi aziz İstanbul-um-un Sarayburnu’n undan batan akşam güneşimin şerefine kaldırıyorum!” dedi.

-Anımsıyorum bir şiiri vardı şairin…

-İşte o şiir bu yemek sonrası yazılmıştır.

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Sedat Beyin coşkuyla okuduğu dizeler, içimi ürpertmişti. O anılarını boca ederken ben okuduğu mısraların tesirindeydim ve hüzün dudak kıvrımlarımıza asılı kalmıştı.
Sedat Bey o gün odamdan ayrılmadan önce;

-Yahya Kemal Hocam ömrünün sonuna kadar bir tek kadın sevdi. O bir kurt gibi de öldü…

-Beni şaşırtıyorsunuz Sedat Bey, Kurt gibi ölmek de nasılmış?

Hoş bir tebessümle yanağıma makas attı:

-Bir kurdun eşi ölürse o kurt bir daha asla başka bir dişi kurda bakmaz. Ve yalnız ölür.

İda’nın gün ile buluşması ve tel tel kızıl saçlarını zümrüt rengi kaplı eteklerindeki erguvan rengine bürünmesine uzandı bakışlarım. Ve fısıldadım ünlü şairin dizelerini:

Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle
Her anını, her rengini, her şiirini hazdan.
Hala doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan…

Mart ayının ilk haftası toprağa düşen cemre doğayı kışkırtmış, baharın kendine has toprak kokusu, gün batımına karışmıştı…
Sahildeki beyaz martılar kayalıklarına çekilmeden önceki son çığlıkları, gün batımına eşlik ederken;

Havada hüzünlü bir aşkın kokusu asılı kalmıştı...

Emine Pişiren/Edremit-Akçay
12.Mart.2007

Not: Yukarıda kaleme aldığım anı yazım tamamen gerçek ve bana aittir."

Diyerek noktalıyor sözlerini sayın Pişiren...