8 Aralık 2010 Çarşamba

Dans etmeyi sever misiniz?

Bizde, halk arasında "çarliston" olarak bilinen ve 1920'lerin başında Amerika'daki Afro-Amerikan kültürünün ortaya çıkardığı ve adını Güney Carolina'daki Charleston şehrinden alan "Charleston" dansı, 1960'larda yeniden moda olmuş ve o yıllarda bütün dünyayı sarmıştı. MAD MEN dizisini izlerken denk geldiğim, "Pete Campbell" adıyla dizide rol alan Vincent Kartheiser'in, dizideki eşi "Trudy" ile yaptığı muhteşem Charleston'u izlemeyi, bütün dans severlere öneniryorum.

İşte o dans sahnesi:




İkinci olarak ise Al Pacino'nun, gözlerini kaybederek malulen emekli olmuş bir amerikan albayının hayatını oynadığı, 1992 yapımı, ünlü "Scent of woman" (Kadın Kokusu) filmindeki "Tango" sahnesini izleyin derim.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?

Yahya Kemal Beyatlı, şüphesiz büyük şairdir. Şair, ruhunun esrarını yazıya dökebilen adamdır. Bu yüzden her şiir, şair ruhların yeryüzünde bıraktığı bir izdir.  İşte, yaşayan kalplerde halen varlığını sürdüren dizelere sahip olma yüksekliğine erebimiş nadir şairlerden biri olan Yahya Kemal'in "Düşünce" adlı şiiri, beni her zaman diğer hepsinden daha fazla etkilemiştir. Şair, ömrünün son zamanlarındaki ruh halini o kadar açık anlatıyor ki, yaşınız kaç olursa olsun, o ruh halini sanki onunla beraber bire bir siz de yaşıyorsunuz. Nitekim, onun bu şiiriyle tanışmamın üzerinden en az otuz yıl geçmiş olmasına rağmen, daha o yaşımdayken hissettiklerim şimdikinden çok farklı değil. Nur içinde yatsın...

Edebiyat Defteri sitesinde rastladığım; "YAHYA KEMAL BEYATLI’NIN İKİ AŞKI VARDI…" başlıklı güzel ve orijinal bir anıyı da bu vesile ile paylaşmış olalım...




                           Düşünce

Ülfet belâlı şey, fakat uzlet sıkıntılı
Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı?
İnsanlar anlaşıldı. Cihânın da sırrı yok,
Kalsaydı terkeşimde bugün tek bir altın ok
En tatlı bir hayâl için atmazdım ufkuma

Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma!

“Yalnız duyan yaşar” sözü derler ki doğrudur
“Yalnız duyan çeker” derim, en doğru söz budur.
Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını,
Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekâsını.
Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?
                           
Bitsin, hayırlısıyle, bu beyhûde sonbahar!

Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.



Mart ayının ilk haftasıydı. Yağmur aralıksız bütün gece yağmış ve toprak suya kanmıştı.
Terasa çıktığımda kızıl çamurların yer yer yağmurla bıraktığı izleri ile karşılaştım. Bahçeyi suladığım hortumu açıp, paçalarımı sıvayıp işe koyuldum. Terasım, zaman zaman inziva köşelerimden biriydi. Güneyde Edremit Körfezi, batıda Kaz Dağlarının koyu zümrüt rengi göğe dokunuşu sabah ve akşam farklı renklere bezenirdi. Gözlerim mavi ve yeşille öpüşürdü.

İşte bu anlarımda anılarım depreşirdi, her biri renk renk körfezin maviliklerinde uçuşurdu adeta. Hele biri düştü ki şimdi de en sevdiğim anılarımdan biridir. Sedat İçgören düşüverdi. Eski Opera ve Balesi Müdürüydü ve her sabah sevgili eşi Lamia Hanımın provasının bitişine kadar beklerdi. Bu süreyi birlikte geçirir ve Türk Kahvesini yudumlarken bol köpüklü, uzun soluklu sohbetlerimizin de tadı hala dimağımda saklıdır.

Sedat Bey, aynı zamanda Yahya Kemal Beyatlı Şairimizin de bir öğrencisiydi. Birkaç saat sonra gün batacaktı ve ben yine İstanbul-umu özlemiştim. Baharat tadında benim dudaklarımdan döküldü ünlü şairin dizeleri, bir bir özlemini içtiğim İstanbul-umla birlikte…

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden;
Mehtap... İri güller... Ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!

Benim rüyam da yerli yerinde şimdi.

Yine bir sabah Sedat Bey AKM deki odama geldi. Sıcak kahvelerimizi yudumlarken;

-Biliyor musun, Y.K Beyatlı’nın iki aşkı vardı, demişti.

Merakla sordum:

-O aşklarını tanıyor muydunuz?

-Birini duydum ama görmedim. Diğerini sende biliyorsun.

Şaşırmıştım!

-Aa, gerçekten mi, tanıyorum?!.

-Evet, onunla yaşıyorsun zaten.

Gözleri sevecen gülümsemeyle ışıl ışıldı Sedat Beyin.

-İstanbul ve Celile Hanım, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım…

Ve başladı Celile Hanım ile olan aşkını anlatmaya.

Yahya Kemal Beyatlı 1916 senesinde tanıdığı Celile Hanım, eşinin ihanetine dayanamayıp ayrılmış ve oğlu Nazım Hikmet ile birlikte yaşayan bir ressammış. Şairimiz ile olan aşkı tüm İstanbul-un dilinde dolaşırmış. Sık sık Celile Hanımla buluşan şairimiz, aynı zamanda genç Nazım Hikmet’in de öğretmeniymiş. Annesi hakkında ayyuka çıkan aşk dedikodularından etkilenmiş ve bir gün ders bitiminde;

“Hocam olarak geldiğiniz bu eve babam olarak gelemezsiniz! “ sözlerini bir kâğıda karalamış ve hocasının eline sıkıştırmış.

Sedat Bey, duygulanarak anlattığı bu yarım kalan aşk öyküsü bende farklı bir hüzün bırakmıştı.

-Peki, bir daha görüşmemişler mi Celile Hanımla? diye sordum.

- Hayır görüşmemişler. Hatta bu ayrılığa sadece oğlu Nazım değil yakın dostları da neden olmuş. Çünkü Yahya Kemal aşırı kıskanç olduğu gibi bohem yaşamı bırakıp, Nişantaşı’nda yaşayan aristokrat bir hanımefendi ile birlikteliği göze almamış, kimi çevreye göre.

-Anlamadım, Celile Hanım mı, kıskançmış?

-Yok, canım, Yahya Kemal. Hatta bu ruhsal gel-gitler olduğu zaman;

“Kirpikleri süzgün o ihanet dolu gözler/Rikkatle bakarken bile bir fırsatı özler” sözlerini bir peçeteye yazmış.

-Oyy, çok ağır ve paranoyalı dizeler yazmış.

-Evet, hatta bu aşk hocamın aklını başından alacak boyutlarında derbeder hale getirmiş.

-Nasıl, Yahya Kemal gibi bir insan kendini dağıtmış mı?

Kahvelerimizi bitirmiş ama sohbetimiz daha da koyulaşmıştı. Benim iştahlı bakışlarım Sedat Bey’i daha da anlatmaya şevkli kılıyordu.

-Bahriye Okulu Heybelide-dir bilirsin.

-Evet.

-İşte, hocam o okulda ders verirdi. Çoğu günler adada kalırdı. Hatta bir keresinde bu gönül münasebeti olduğu zamanlarda Celile Hanım; sıklıkla etkinliklere gidermiş. Yine İstanbul-un çapkın bir Hakkı Paşası etkinlik düzenlemiş, bu etkinliğe Nişantaşı simalarından Celile Hanımı da davet etmiş. Sevgilisinin gideceği kaygıları sarınca şairimizi söz almış “gitmeyeceğine” dair Celile Hanımdan.

Sedat Beyi soluk almadan dinliyordum. Sanki tarihin bir sayfasını açmış okumaktaydım. Yaşı yetmişin üzerinde olan bu tonton ihtiyarı her sabah görmeye alışmış ve ona karşı duyumsadığım asil duyguların tutsağı olmuştum. Konuşması muntazam ve akıcıydı. Ara sıra bakışları donuyordu, masamın üzerindeki lambaya doğru, bazen de çalıştığım odanın penceresine takılı kalıyordu. Gümüşsuyu’na bakan apartmanların gri renklerindeydi…

Elleri karın hizasında kenetlenmişti. Başparmakları birbirine değmeyecek şekilde döndürürken;

-Hocamın o gece içi rahat değilmiş,… Kıskançlık krizleri yüreğini kıskıvrak sardığı o gece, havanın sert lodos olmasına rağmen, bolca bahşişleri sandalcıya verip güçlükle adadan Maltepe sahiline ulaşmışlar. Gecenin o saatinde bir araç bulamayan hocam, koşarak Bostancı Karakoluna varmış ve oradan bir araçla Nişantaşı’na gelmiş. Sevgilisi Celile Hanımın oturduğu apartmana varmış tabi…

-Bu gerçekten çılgınlık, dedim.

-Hem de ne çılgınlık. Ee, adı aşk bunun… O gece Celile Hanımın evde olduğunu öğrenince içi rahat etmiş. Hocam sabaha kadar uyumamış ve apartmanın tam karşısında bir meyhanede sabahlamış. Sabah olunca sevgilisinin bu perişan halini görünce çok hislenmiş Celile Hanım. Bu olaydan sonra evleneceklermiş ama işte nedense her aşkın sonundaki ayrılık çanları bu aşk içinde çalmış.

-Evet, hem de seve seve ayrılmışlar. Çok üzüldüm. Daha sonra hiç karşılaşmışlar mı?

- Hayır, hiç. Zaten Celile Hanım bu ayrılık sonrası Paris’e gitmiş. Yahya Kemal öldüğünde çalışma masasında Celile Hanıma ait özel bir zarf bulunmuş. İçinde birbirinden güzel aşk şiirleri olan… Bir de bir not yazılı altında hocamın imzası olan, ilişikte de kurutulmuş çiçek, tarih 1919…

Buruk bir sızıyla yutkunmuştum, hüzün boğazımda yapış yapıştı. Merakla fısıldadım:

-Ne yazılıymış, Sedat Bey?

- “Aşkından vazgeçmediğim kadının, o veda gecesi nadide göğsünden aldığım çiçektir.1919”

Sedat Beyin gözleri kızarmıştı. Cebinden ütülü mendili çıkartıp, gözlerini tek tek kuruladıktan sonra;

-Hocama çok kadın âşık olmuştu. Kız öğrencilerinden biri ona o kadar âşıktı ki, bir keresinde biz Küçüksu sırtlarında yemeğe davetliydik. O gece Necip Fazıl ve şairler damları-eşleri ile gelmişlerdi. Yemek sonrası her şair kadeh kaldırıp sevdiği insan ithafen dizeler okurdu. Sıra Y.Kemal Hocama geldiğinde ne yaptı bilsen…

-Ne yaptı?

-Bahçedeydik ve boğaz ayaklarımızın altındaydı. Güneş batmak üzereydi. Kadehini yukarı kaldırdı, birlikte geldiği kız öğrencisine birkaç dize okuyacak sandık. Ama o “Kadehimi aziz İstanbul-um-un Sarayburnu’n undan batan akşam güneşimin şerefine kaldırıyorum!” dedi.

-Anımsıyorum bir şiiri vardı şairin…

-İşte o şiir bu yemek sonrası yazılmıştır.

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Sedat Beyin coşkuyla okuduğu dizeler, içimi ürpertmişti. O anılarını boca ederken ben okuduğu mısraların tesirindeydim ve hüzün dudak kıvrımlarımıza asılı kalmıştı.
Sedat Bey o gün odamdan ayrılmadan önce;

-Yahya Kemal Hocam ömrünün sonuna kadar bir tek kadın sevdi. O bir kurt gibi de öldü…

-Beni şaşırtıyorsunuz Sedat Bey, Kurt gibi ölmek de nasılmış?

Hoş bir tebessümle yanağıma makas attı:

-Bir kurdun eşi ölürse o kurt bir daha asla başka bir dişi kurda bakmaz. Ve yalnız ölür.

İda’nın gün ile buluşması ve tel tel kızıl saçlarını zümrüt rengi kaplı eteklerindeki erguvan rengine bürünmesine uzandı bakışlarım. Ve fısıldadım ünlü şairin dizelerini:

Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle
Her anını, her rengini, her şiirini hazdan.
Hala doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan…

Mart ayının ilk haftası toprağa düşen cemre doğayı kışkırtmış, baharın kendine has toprak kokusu, gün batımına karışmıştı…
Sahildeki beyaz martılar kayalıklarına çekilmeden önceki son çığlıkları, gün batımına eşlik ederken;

Havada hüzünlü bir aşkın kokusu asılı kalmıştı...

Emine Pişiren/Edremit-Akçay
12.Mart.2007

Not: Yukarıda kaleme aldığım anı yazım tamamen gerçek ve bana aittir."

Diyerek noktalıyor sözlerini sayın Pişiren...

26 Kasım 2010 Cuma

SEN...

Benim Eylül akşamlarımsın sen
Yağmurlar başlar inceden...
Alır rıhtımlar koynuna martıları,
Gemiler geçer uzaktan,
Bir kaçak gibi bu kıyılarda,
Gözlerine tutulurum
Yaz gibi sıcaksın sen..

*1978 / (Anonim)

*Bu şiiri, yıllar yıllar önce Hürriyet Gazetesi'nin Kelebek Eki'nde, amatör şairler köşesinde okumuş ve çok etkilenmiştim. O günden bugüne de, zaman zaman dilime geliverir de, alır götürür beni hiç bilmediğim yerlere...

23 Kasım 2010 Salı

Doktor Jivago'yu hatırlar mısınız?

60'lı yılların unutulmaz filmlerinden Dr. Jivago'yu herhalde hatırlarsınız. Bu filmde; Ömer Şerif'in oyunculuğu, Nobel ödüllü Rus yazar Boris Pasternak'ın "Dr. Zhivago" romanından uyarlanan senaryosu ve bilhassa da ünlü Fransız film müzikleri bestecisi Maurice Jarre'ın bu film için bestelediği film müziği, bu filmi unutulmaz kılmaya yetiyor. "Lara's Theme" ya da "Somewhere my love" ismi ile tanınan bu film müziği, her ne kadar "enstrümental" bir eser olarak bilinse de, bu parçayı 1966'da Frank Sinatra seslendirmişti.


Filmin fragmanı:




Ve filmin müziği:



Ve bu güzel melodiyi şarkı olarak dinlemek için ise gelin RAY CONNIFF'in konserine gidelim...





Şarkının sözleri ise şöyle:


Somewhere my love there will be songs to sing
Although the snow covers the hope of Spring
Somewhere a hill blossoms in green and gold
And there are dreams, all than your heart can hold


Someday we'll meet again, my love
Someday whenever the Spring breaks through
You'll turn to me out of the long-ago
Warm as the wind, soft as the kiss of snow


Lara, my own, think of me now and then
God's speed, my love, till you are mine again
Warm as the wind, soft as the kiss of snow
God's speed, my love, till you are mine again


"God's speed, my love, till you are mine again..", "Yolun açık olsun aşkım, tekrar benim olana kadar..." diye bitiyor şarkının sözleri...


Filmin konusu ise şöyle:


 ""Doktor Jivago", Rusya'da 1917 Bolşevik ihtilali ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşı (1917-1922) sırasında, aynı zamanda bir şair de olan doktor Yuri Jivago (Ömer Şerif)'nun devrimin liderlerinden birinin karısına aşık olması ile yaşadığı zorlukları anlatan çok kapsamlı, romantik ve destansı bir filmdir. Olaylar ihtilalin hemen öncesinde başlar ve filmin arka fonunda tüm ihtilal süreci gözler önüne serilir. Ön planda ise kendisi de üst tabakadan ve kendisine tapan bir kadınla evli olduğu halde, şiirlerine ilham veren başka bir talihsiz kadını, Lara (Julie Christie)'yı seven, böylelikle sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü kendi elinden alınmış ve savaşın parçaladığı yokluklarla dolu bir ülkede oradan oraya sürüklenen aynı zamanda şair bir tıp doktorunun, Doktor Jivago'nun dramını izleriz." (Wikipedia) Unutmadan ekleyelim, film, o zamanki Sovyetler Birliği'de çekilmesine izin verilmediği için İspanya'da çekilmişti...


Filmden sahneler:









14 Kasım 2010 Pazar

C'est écrit dans le Ciel


Bob AZZAM
1924 Kahire - 2004 Monaco 

Azzam'ın, "Ya Mustapha, ya Mustapha"
adlı şarkının da sahibi olduğunu ve bu şarkının
da o zamanların hit şarkılarından biri olduğunu
 bu vesile ile hatırlatmış olalım...

Mısırlı sanatçı Bob Azzam'ın ünlü şarkısı:
C'est écrit dans le Ciel / (Gökte yazılmış) (1960) .
1961'de Fecri Ebcioğlu'nun "Bak Bir Varmış Bir Yokmuş" 
sözleriyle aranje ettiği ve İlham Gencer'in yorumladığı bu
eski şarkıyı orijinal hali ile aşağıdaki videoda:



"C'est écrit dans le Ciel" Şarkısının sözleri ise şöyle:

Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï

Que je dois te rencontrer
C'est écrit dans le ciel
Et que je dois t'adorer
C'est écrit dans le ciel
Que je vivrais que pour toi
C'est écrit dans le ciel
Et que tu peux croire en moi
C'est écrit dans le ciel

Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï

Dans le ciel

Je t'offrirais des bijoux
C'est écrit dans le ciel
Je les prendrais n'importe où
C'est écrit dans le ciel
Tu auras la télévision
C'est écrit dans le ciel
Et le manteau de vision
C'est écrit dans le ciel

Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï

Dans le ciel

Nous vivrons jusqu'à cent ans
C'est écrit dans le ciel
Nous aurons beaucoup d'enfants
C'est écrit dans le ciel
Quatre filles et trois garçons
C'est écrit dans le ciel
C'est la fin de la chanson
C'est écrit dans le ciel

Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï

Dans le ciel

Si cette chanson vous va
C'est écrit dans le ciel
Chantez la tous avec moi
C'est écrit dans le ciel
Dites la pianissimo
C'est écrit dans le ciel
Et maintenant fortissimo
C'est écrit dans le ciel

Laï laï laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï
Laï laï laï laï laï laï laï
C'est écrit dans le ciel

28 Ekim 2010 Perşembe

1960'ları yeniden yaşatan güzel bir dizi film...

MAD MAN


Belki, ya da mutlaka, benim çağımda olanların daha fazla "bir şeyler" bulabileceği bir dizi. Her ne kadar 60'ların Amerika'sını anlatıyorsa da, giyim kuşamdan tutun, gözlük çerçevelerinin modellerine, mobilyalardan saçların kesim stillerine kadar, bizim de kendi çevremizde görmeye alışık olduğumuz bir çok şeyi yeniden hatırlamamazı sağlıyor. Tabi bir de o devrin amerikan arabaları. Yeni tutuşturulmuş odun sobası gibi motorundan """gür-gür-gür" diye sesler gelen, kiminin modeline, kiminin kasislerdeki salınımına, kiminin de motorunun sesine aşık olduğu o devasa kaportaları ile arkası kuyruklu o eski güzel arabaların da bundaki katkısını unutmamak lazım. Ayrıntılarda dikkatli olunduğu açık. Bu da insanın tedirgin olmadan kendini filmin akışına vermesini sağlıyor ki, bu da "sinemacılıkta" önemli bir faktör. Her filmden bir "mesaj" çıkarmak saplantısı içinde olan biri değilim ama bu dizide kendimce bir şeyler yakalamadım da değil. Mesela şöyle bir cümle: Eski yunancada Nostalji; "eski bir yarayı kaşımak" anlamına gelirmiş. Bilmiyordum, müthiş...Bir de, filmin baş rol oyuncusu olan Jon Hamm'in şansının bu dizi ile birden bire parlamış olduğunu not etmek gerek. Zamanlama nedeni ile TV'den takip edemeyenler için de önereceğim internet siteninin adresi ise burada:


 http://diziport.com/mad_men-izle

Gelelim dizinin başlangıç müziğine:


Mad Men Theme Song: "A Beautiful Mine"

18 Ekim 2010 Pazartesi

"Nar Çiçeğim..."

Öyle şarkılar, öyle şiirler, öyle türküler var ki, bunların insan elinden, insan dilinden, insan gönlünden kopup gelmiş olduğuna inanmakta zorluk çekiyorsunuz. Çünkü, bunun insan-üstü bir deyiş, bir söyleyiş ve bir ifade olduğunu zaten size ruhunuz sessizce fısıldıyor. İçiniz ürperiyor, ruhunuz titriyor, gözleriniz doluyor ve özlediğiniz, yaşadığınız, yaşayamadığınız ne varsa, hepsi; bunları duyduğunuz, dinlediğiniz anda kapağı bir anda açılan bir barajdan boşalır gibi birden gönlünüze çağlaya çağlaya boşalmaya başlayıveriyor!


Kendisine ihtiyacı olan hiç bir şeyi veremeyen bu dünyadan ümidini kesmiş olan ruhunuz, birden canlanıyor, ferahlıyor ve kendisine hiç de yabancı olmayan bu nağmeleri hasretle kucaklayıp, bağrına basıyor. Sizse daha da şaşkınlaşıyor, bedeninizin ruhunuza belki de nasıl ilk defa bu kadar uyum sağlayabildiğine hayret ediyorsunuz ve bu arada da mutlaka ki, bedeniniz de bir taraftan, ruhunun sesine kulak vermekle ne kadar iyi ettiğini ve ne kadar mutlu olduğunu itirafa hazırlanıyor...


Ve birden içinizde bir yerlerde, bir kenarda unuttuğunuz "sevgi"nizin, birdenbire büyüyüp çoğaldığını, adeta içinizden taşmakta olduğunu hissediyorsunuz ve onun bir damlasının bile yitip gitmesine razı olamayacağınızı ve mutlaka onu, kendinize ait en değerli bir armağan olarak ona lâyık birine sunmak ihtiyacı içinde olduğunuzu farkediyorsunuz. 


İşte bu noktada diyeceğim şu ki; "ne mutlu o kişiye ki, sunduğu sevgisini, bu sunuşa yakışır bir şekilde kabul edebilen bir ruh bulabilmişse ve ne mutlu o kişiye ki, kendisine sunulan böyle bir sevgiyi, layık olduğu şekilde kabul edebilme yüksekliğine ulaşabilmişse..." Tabi, ne mutlu o "seçilmiş" insanlara ki, bu kadar güzel bestelerin, güftelerin, şiirlerin insanlığa ulaştırılmasında memur kılınmışlardır. Ve elbette ki, ne mutlu o insanlara ki, bedenlerinden gayrı, bir de ruhlarının olduğunu keşfetmişlerdir, "aşk"ı keşfetmişlerdir... Düşünün, o nasıl bir aşktır ki, sevdiğine "günaydınım", "nar çiçeğim" dedirtebiliyor! Kelime madenlerinden, bugüne kadar eşi benzeri duyulmamış, görülmemiş, bu kadar göz alıcı, insan ruhunu bu kadar okşayıcı deyişler çıkarıp, ünlü bir mücevher ustasının elinden çıkmış göz alıcı nadide elmaslar gibi bunları sevdiğine sunabiliyor!..



Bana bütün bu sözleri söyleten de, epey bir zamandır dilimden düşüremediğim; güftesini Fevzi Halıcı'nın yazdığı, Çinuçen Tanrıkorur'un da Kürdîli Hicâzkâr makamında bestelediği "Günaydınım, Nar Çiçeğim, Sevdiğim" adlı şarkıdır.



Güfte şöyle:



Şavkıması sana doğru yolların
Sana doğru denizlerin çağrısı
Çırıl çırıl ötelerde bir güzel
Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim



Çıkmaz sokaklarda bu minyatür kim
Bu gögüs kim, ya bu gözler, bu saçlar
Uzak bir özlemde ayak sesleri
Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim



Bu yıldızlar doğan günü çağrışır
Bu gündüzler gözlerini çağrışır
Ya kimlere verdin avuçlarını
Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim



Vurdum tellerine seni sazımın
Sende anahtarı alın yazımın
Yağmur yağmur serpil yalnızlığıma
Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim



Bu muhteşem şarkıyı Melahat Gürses'in sesinden dinlemek isterseniz de, videosu burada:

12 Ekim 2010 Salı

NE ÜMİTLERLE BAŞLAMIŞTIK HAYATA...



"Ne ümitlerle başlamıştık hayata...
Hani ışıl ışıl gözlerinde maviliği olacaktı göklerin
Ve kollarında sıcaklığı, bahar öğlelerinin..."


* * *


Bir ses geliyormuş uzaklardan
Giderek yaklaşarak..
Biraz nefes nefese, biraz da cıvıltılı
Allahım; bu ses onun, bu odur!
Ben de diyordum ki zaten,
Neden böyle içimde,
Birdenbire bu huzur?


Evet! Bu sensin,
Bu nefes seninmiş,
Bu hâyâl senmişsin!
Hâyâl dedik ya bu;
Sözde sen benimmişsin...


Bir şaşkınlık, bir telaş, fırlarmışım yerimden
Bu kadar olduğunu ben bile bilmezmişim
Gelmedi bugün niye, merak ettim demiş de,
Meğer okuldan çıkmış, doğru bana gelmişsin


Zamansa çoktan durmuş, ya da asla geçmemiş
Saçımdaki aklar da zaten benim değilmiş
Gençmişim ben de hani, sen yine aynı güzel
Her şeyi değiştirmiş, nedense böyle işte,
Kudretiyle hemence, bir görünmez güzel el!


İşte böyledir rüya,

Uyansan, uyanmasan nasıl olsa bitecek
Acısı sende kalır, kendi çekip gidecek
Ne kadar veda etsen, ellerin titreyecek
Burukluğu içinden ömrünce gitmeyecek


Duyulmuyor ne yazık, artık kalbimin sesi
Bir zamanlar bizler de, önce vefa diyendik
Öyleyse hani neden, neyi neyle değiştik?
Dünya bildiğimiz dünya, demek ki biz değiştik!


Meraktayım, nasılsın, var mı bir istediğin
Bak bir çırpıda geçiyor, nedir ömür dediğin
Olmasa da bir deva, şu gönül yarasına
Bir selam sıkıştırıp bir satır arasına
Bari bir haber versen, arasan ara sıra...


Hiç bir şey eskisi gibi değil,
Eskisi gibi değil dünyam!
Benim için sen artık erişilmez düştesin
Belki bir parça bulut, bir parça güneştesin


Darmadağın olsak da, kırılsa da kalbimiz
Ne diyelim güzelim; şu fani ömrümüzde biz;
Ne ben şansı açık bir delikanlı olabildim,
Ne sen bahtı açık bir kız...
Ne kadar da olsa itirazımız
Böyle takdir edilmiş demek,
Böyle yaşayacakmışız...




Ahmet Hüsnü / 7 Eylül 2010 / Osmaniye





4 Ekim 2010 Pazartesi

Pişmanlıklar...

"Pişmanlıklar ikiye ayrılır:


yaptığımız için pişman olduklarımız... yapmadığımız için pişman olduklarımız...


birincisinde başkalarına, ikincisinde kendine hesap verirsin."

(M: Şahin Öcal / www.kirmizifular.blogspot.com)

Epey bir zamandır güzel yazılarını okuyamadığımız Şahin Öcal'a buradan selamlarımı gönderiyor ve www.heygididunya.com sitesinden alıntıladığım, Rita Hayword ve Glenn Ford'un oynadığı, 1946 yapımı "GILDA" filminin unutulmaz müziği "Amado Mio / Sevdiceğim" adlı şarkısını dinleyelim diyorum.

15 Ağustos 2010 Pazar

Vedasız Gidişlerim...


                    Dursa dünya, dursa zaman
                   Şöyle her şey sussa, sükût etse bir an...

                   Sen!

                   Ey, yıllar önce demir aldığım liman!
                   Böyle vedasız gidişleri gitmek sayarsan,
                   De ki ben gittim, fakat ben bittim
                   O kadar yıl geçti ki aradan
                   Bari sen söyle bana;
                   Ben nereye aittim?...

                    

                    Ahmet Hüsnü / 15 Ağustos 2010










6 Ağustos 2010 Cuma

PEMBE BEYAZ BİR YAZ


"O yaz pembe bir akşamdı,
Gün aştı, renk karıştı, zaman ağırlaştı
Bir serçe uçtu, ufka ulaştı…"

O akşam, o şehirde, bir evde
Çekildi sessizce beyaz bir perde
Cama dokundu narin elleri
Bir hıçkırık dolaştı engin zeminde…

* * *

Ağlanır hep niçin, hep böyle için için
Yaşanmamış zamanlarına hayatın
Olsun istenmez mi o anda şimdi,
Omzunda olsa eli, o eski aşinanın ...

Geçip gitmişse de böyle,
Nice mevsimlerle ömürler
Bedenler ölse de ölmez gönüller…
Ve bilinir ki artık,
Ne gözler göklerden daha mavi,
Ne her nefes içli bir bestede bir ses,
Ne de kalpler çözülmez büyüdedirler
Zaman aynasında silinmeyen akisler
Her geçen günle yeni bir kurban isterler...

Varsın yine hüzünle kapansın bu yıl da böyle yaz
Senin mevsimlerin pembe kalsın,
Benim saçlarım beyaz...

* * *

"Asmalarda kuş sesleri dindi
Gün ılık bir rüzgârla kaybolup gitti…"





Ahmet Hüsnü / Ağustos, 1978










3 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir Yaz Yağmurundan Hemen Sonra...


"Yağmurlu bir havadan sonra ikindi,
Güneş pencerelere kadar indi...
Miya da buradaydı daha demin
Herhalde o da kapı aralığından gitti..."

Bense elim şakağımda, dalgın,
Ufkun erebildiğim en uzak köşelerinde,
Belki de benden gizlemişsindir diye
Küçük ümit kırıntıları aramaktan yorgunum...





17 Mayıs 1983 / Ahmet Hüsnü






BAHARDA SENİNLE…


Varlığıyla can verir kurumuş ovalara,
Bir pınardan dökülen sular gibidir sesin
Buğday tarlalarında gelinciksin,
Bahar dallarında en taze gonca...
Bir dere kenarında boylu boyunca,
Uzansak seninle mevsim boyunca…



20 Nisan 2010 / Ahmet Hüsnü

Vedanın vaktidir...


“Senli mevsimlerin hepsini ayrı ayrı selamlamış
Varımı yoğumu, ne varsa ümidine bağlamış
Bir müjdene bin adak birden adamışım…”

Ve sen;
Kim bilir şimdi hangi uzak ülkelerin,
Bilinmez bir şehrinde
Ve kim bilir ki; hangi aşığının hâlâ
Düşlerindesin…

O günlerden çok uzak zamanlarda,
Yaşayıp gidiyorken hatıralarınla,
Bir hayâl halinde sönüyor artık gözlerin
Ve bir yaprak gibi düşüyor ruhum
Kapanan perdesine,
Hayatın bu son sahnesinin…




Ahmet Hüsnü









Hayâlin Bile Vefasız!..


Bana hâlâ sıcak bir nefes kadar yakın olan
O çoktan mazi olmuş hatıralarını bir daha anmadan,
Yastığa koyamadığım bir başım,
Ve en eski müdavimiyken rüyalarımın,
O çekip çekip gitmelerine bir türlü alışamadığım

Senin gibi...

Hayâli bile vefasız bir yoldaşım var…




Ahmet Hüsnü / 5 Mart 2010


22 Mart 2010 Pazartesi

Paramparça ümitler mezarlığı


Paramparça ümitler mezarlığı

Viran bahçelerine dönerek tekrar,
Paramparça ümitler mezarlığı gençliğimin
Yıkık dökük hatıralarında şimdi,
Senden sağ kalmış ümitler arıyorum.

Gülümserken hâyâlin,
Zamanın bir kuytusundan
Ve çığlığıdır o duyduğumuz,
Uyanılmaz uykulara
Umarsızca koyduğumuz
Ruhlarımızın...

Daha kaç yaprağı kalmıştır düşmedik,
Bilmeyiz ki hayat ağacımızın...
Kim bilir varlığı hangi sisli zaman içinde gizlidir şimdi,
Hâyâli bin cihan değecek bahar dallarımızın...

Ahmet Hüsnü




18 Mart 2010 Perşembe

GEÇ BUNLARI DELİKANLIM


Mevsimler geçerdi gözlerinden mevsimler
Masmavi göklerimden geçen beyaz bulutlar gibi
Geniş ovalarında bereketli başakları gönlümün,
Baş eğmiş seni bekliyorken, bizi bekliyorken hayat
Meğer gün o günmüş be delikanlım,
Saatse o saat!..

Ve gençlik gibi kapımda bir yağız at
Varken, tutup da kolundan seni,
Terkime atıp kaçmalı,
Dünya alemi birbirine katmalı,
Dalga dalga saçlarına,
Avuç avuç yıldızlar saçmalıydım…

Duymak istemem kimseden şimdi,
Ne nasihat ne vaat,
Meğer gün o günmüş be delikanlım,
Saatse o saat!..




Ahmet Hüsnü / 26 Şubat 2010