29 Ekim 2011 Cumartesi
AĞLA DEDİM RÜZGÂRA...
AĞLA DEDİM RÜZGÂRA...
Ağla dedim rüzgara,
Biraz benim yerime...
Adı bile olmayan
Bir kuru yaprağım ben
Zamansız silkelendim,
Düştüm gönül evimden...
* * *
Geçip gitti üstünden,
Yıllar bulutlar gibi
Ne o gülşen var artık,
Ne de o gonca kaldı
Sular gibi çağlayan,
Bir gençliğin ardından
Bak böyle perperişan
Viran bir gönül kaldı...
* * *
Var mıdır ki zamanı,
Geriye döndürecek
O nadide goncayı,
Bana geri verecek
Yoksa şu kırık dökük
Hatıralar mı beni
Teselliye yetecek?..
* * *
İmkânsız bir hayalin,
Peşinden yıllar boyu
Koşmak nereye kadar?
Artık ne bir hevesim,
Ne de bir ümidim var
Bir kuru veda ile
Bitse artık diyorum,
Şu yaşayıp durduğum,
Bir ömürlük sonbahar!..
Ahmet Hüsnü
Adana / 29 Ekim 2011
22 Ekim 2011 Cumartesi
NAR-I AŞK
İnsan, sonradan böyle olmadı.
O hep böyleydi...
Eksik yaratılmış, noksan bırakılmış ve yeryüzüne öylece salınmıştı...
Ne olursa olsun, ister Mısır'a sultan, isterse de bir lokmaya muhtaç olsun, içinde, kendini sürekli hatırlatan, onu bütün varlıklarının ve yokluklarının üstünde bir muhtaçlıkla karşı karşıya bırakan bu ihtiyaç ve bu özleyiş, dünya durdukça hep var olacak.
Hiç bir maddi kudretin karşılamaya güç yetiremediği bu boşluk duygusu, tamamlanmayı şiddetle talep eden ama tarif edilemeyen bu eksiklik, bu yokluk, bu öksüzlük duygusu, o; kendini böyle "amini eksik bir dua gibi" yarım bırakanı bulamadıkça hep böyle sürüp gidecek...
İşte bu yüzden bunca şarkılar, bunca şiirler...
O en çok muhtaç olunana, o en çok sevilene, o en çok özlenene seslenişler, yakarışlar, insanı "bin yıldır akan bir ırmak" gibi yorgun ve uykusuz bırakan o çırpınışlar...
Bu, görünmez ateşiyle ruhlarımızı yakıp kavuran, o "nar-ı aşk" bu...
NAR-I AŞK
gözlerinin yeşilini bıraktığın son yaprak da düştü döne döne
sanki yüreğime bir gramofon iğnesi batar
içimde düne dair…
derin bir veda acısı,
hicran sancısı, mahşeri bir özlem ve koskoca bir boşluk var
seninle yaşamak bahardı…
yokluğun hazan…eylül buram buram hüzün kokar
gi t t i n g i d e l i…;
boncuk boncuk terlemiş…
saçları dağınık bulutlar düşer irem bahçelerinden
kapımı çalar seninle birlikte yitip giden mavilikler ve
uçurumun kenarındaki evrenin gözyaşları
uçurtma rüzgâr…
rüzgâr uçurtma ister benden
.
oysa… kara görmüş deniz gibi terk etti aklım beni
onlarca martı ölüyor her gün ömrümden
.
sensiz…
haritası olmayan dünya mıyım…yoksa dünyası olmayan harita mıyım ben-
galiba…
biraz hava…biraz da suyum
sevmek ıslaktı…oysa şimdi kuruyum
“aşk işi de olsa her canlı”
henüz çözülememiş gizemli bir soruyum
meselâ…
-gittiğin gün mü öldüm…yoksa öldüğüm gün mü gittin-
her aynada senin yüzün…her duvarda resmin
bense üçgen dairelerde hapisim -herkes mi ben…yoksa ben mi herkesim-
elbet bir bildiği vardır diye…gönlümün peşine düştüm
çiçek oldum…güneşinin muhabbetine dayanamayıp zemheride açtım
öyleyse…
-ben miyimdim seni seven…
yoksa sen miydin kendini sevdiren-
artık…!
ne bahar ne yazım
ne kadar yoksun…
o kadar ayazım .
içtikçe dolan boş bir rakı şişesi kadar susuz
bin yıldır hiç durmadan akan ırmak kadar uykusuzum
öyleyse…
- geceler mi sarhoş…yoksa ben mi ayığım-
Amin’i eksik dua…
sahili dövmekten yorulmuş dalga gibiyim
bakımsız bahçeye…
yuvasından kovulmuş serçeye döndüm
.
sanki dünyadan elini ayağını çekmiş istiridyeyim
anılarımızı saklıyorum annemin akide kavanozunda
yüzümdeki hüzün girdaplarını çizen uçurum perileri…
suzinak şarkılar terennüm ediyor…
düş kurduğumuz mevleviler tapınağının pervazında
.
çıkmaz sokakta kaçak…
yeniden yakılmayı bekleyen sönmüş ocak gibiyim
.
bilmiyorum…!
aşkın meşalesi tekrar ne zaman yanacak
-geçmişim mi daha kısa…yoksa geleceğim mi daha uzun olacak-
neyse ki…
elâ bir gökkuşağı demleniyordu iğde dalında…
yakaladım umudun kıvırcık saçlarından
ve esmer bir kuğu kondurdum dudağıma
.
gölgemden uçurtma…
bezden bebekler yaptım…
yokluğunda eş olsun diye serçe parmağıma
kilim desenlerinde düşlerini buldum senin gibi taşralı bir güzelin
ve şarabın öyküsünü sordum…göğümde uçuşan asma yaprağına
dedi ki…
/…-her insan bir boşluğa tutunur
ki o boşluk…tanrısal bir yontudur-
ve
her aşk...kül rengi bir zamandan sonra soğur ve unutulur
.
kim bilir...!
bakarsın gün gelir… bir cemre gibi düşer nar-ı aşk
ve o boşluğu doldurur…/
Tahsin Özmen
O hep böyleydi...
Eksik yaratılmış, noksan bırakılmış ve yeryüzüne öylece salınmıştı...
Ne olursa olsun, ister Mısır'a sultan, isterse de bir lokmaya muhtaç olsun, içinde, kendini sürekli hatırlatan, onu bütün varlıklarının ve yokluklarının üstünde bir muhtaçlıkla karşı karşıya bırakan bu ihtiyaç ve bu özleyiş, dünya durdukça hep var olacak.
Hiç bir maddi kudretin karşılamaya güç yetiremediği bu boşluk duygusu, tamamlanmayı şiddetle talep eden ama tarif edilemeyen bu eksiklik, bu yokluk, bu öksüzlük duygusu, o; kendini böyle "amini eksik bir dua gibi" yarım bırakanı bulamadıkça hep böyle sürüp gidecek...
İşte bu yüzden bunca şarkılar, bunca şiirler...
O en çok muhtaç olunana, o en çok sevilene, o en çok özlenene seslenişler, yakarışlar, insanı "bin yıldır akan bir ırmak" gibi yorgun ve uykusuz bırakan o çırpınışlar...
Bu, görünmez ateşiyle ruhlarımızı yakıp kavuran, o "nar-ı aşk" bu...
NAR-I AŞK
gözlerinin yeşilini bıraktığın son yaprak da düştü döne döne
sanki yüreğime bir gramofon iğnesi batar
içimde düne dair…
derin bir veda acısı,
hicran sancısı, mahşeri bir özlem ve koskoca bir boşluk var
seninle yaşamak bahardı…
yokluğun hazan…eylül buram buram hüzün kokar
gi t t i n g i d e l i…;
boncuk boncuk terlemiş…
saçları dağınık bulutlar düşer irem bahçelerinden
kapımı çalar seninle birlikte yitip giden mavilikler ve
uçurumun kenarındaki evrenin gözyaşları
uçurtma rüzgâr…
rüzgâr uçurtma ister benden
.
oysa… kara görmüş deniz gibi terk etti aklım beni
onlarca martı ölüyor her gün ömrümden
.
sensiz…
haritası olmayan dünya mıyım…yoksa dünyası olmayan harita mıyım ben-
galiba…
biraz hava…biraz da suyum
sevmek ıslaktı…oysa şimdi kuruyum
“aşk işi de olsa her canlı”
henüz çözülememiş gizemli bir soruyum
meselâ…
-gittiğin gün mü öldüm…yoksa öldüğüm gün mü gittin-
her aynada senin yüzün…her duvarda resmin
bense üçgen dairelerde hapisim -herkes mi ben…yoksa ben mi herkesim-
elbet bir bildiği vardır diye…gönlümün peşine düştüm
çiçek oldum…güneşinin muhabbetine dayanamayıp zemheride açtım
öyleyse…
-ben miyimdim seni seven…
yoksa sen miydin kendini sevdiren-
artık…!
ne bahar ne yazım
ne kadar yoksun…
o kadar ayazım .
içtikçe dolan boş bir rakı şişesi kadar susuz
bin yıldır hiç durmadan akan ırmak kadar uykusuzum
öyleyse…
- geceler mi sarhoş…yoksa ben mi ayığım-
Amin’i eksik dua…
sahili dövmekten yorulmuş dalga gibiyim
bakımsız bahçeye…
yuvasından kovulmuş serçeye döndüm
.
sanki dünyadan elini ayağını çekmiş istiridyeyim
anılarımızı saklıyorum annemin akide kavanozunda
yüzümdeki hüzün girdaplarını çizen uçurum perileri…
suzinak şarkılar terennüm ediyor…
düş kurduğumuz mevleviler tapınağının pervazında
.
çıkmaz sokakta kaçak…
yeniden yakılmayı bekleyen sönmüş ocak gibiyim
.
bilmiyorum…!
aşkın meşalesi tekrar ne zaman yanacak
-geçmişim mi daha kısa…yoksa geleceğim mi daha uzun olacak-
neyse ki…
elâ bir gökkuşağı demleniyordu iğde dalında…
yakaladım umudun kıvırcık saçlarından
ve esmer bir kuğu kondurdum dudağıma
.
gölgemden uçurtma…
bezden bebekler yaptım…
yokluğunda eş olsun diye serçe parmağıma
kilim desenlerinde düşlerini buldum senin gibi taşralı bir güzelin
ve şarabın öyküsünü sordum…göğümde uçuşan asma yaprağına
dedi ki…
/…-her insan bir boşluğa tutunur
ki o boşluk…tanrısal bir yontudur-
ve
her aşk...kül rengi bir zamandan sonra soğur ve unutulur
.
kim bilir...!
bakarsın gün gelir… bir cemre gibi düşer nar-ı aşk
ve o boşluğu doldurur…/
Tahsin Özmen
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)